27 Ekim 2020 Salı

Kaç gökyüzü kaldı ardımızda


 yakıyorum kelimeleri bir bir
ormanlar ısınmıyor içimde
nasıl bir şey senin yoksulluğun
beklemelerin nasıl, ya gitmelerin
kiraz çiçeklerini öpmek gibi eğilip
kanatmadan dudaklarını

bir damla suymuşum da yangının ortasında unutulmuş
içine bütün denizleri yutmuş
karaymışım da, önce ellerim uyanmış duaya
sonra gözlerimi bulmuşum

geceyi çatlatıyor bu siyah,
dokunuyorum aramızdaki sessizliğe
sanki yüzyıllardır uykusuzum

kilitliyorum kapımı, sokağa uzun bir yalnızlık koyup
düş defterim cam kenarı süsü
seni de düşündürmüyor mu bazen
kaçmak buralardan, kuşları çocuklara bırakıp

nasıl bi şey, varıp varıp oraya çok gerisinde kalmak kendinin
içinden geçmek dokunmadan, yağmuruna ıslanmadan

kaç gökyüzü kaldı ardımızda
kaça katlanabiliyor en fazla insan acıdan
dağları bi paçavra ediyorsa rüzgar
ben ne diye dik tutarım boynumu

senindir sevgilim, evim, ülkem bildiğim ve bütün sessizliğim
neşem, üzümü çok sevmem de senin
yaza çıplak ayaklarımı soktuğum su sesleri
mavinin tüm tonları senin, kulağımdan hiç gitmeyen
annemin sabah türküleri, ardında bakakaldığım gidenler
senindir bundan böyle ne varsa benim olarak bildiğim

Kuşatma

 kabına sığmadı kırçıl mavi, nehri yutkundu durdu

Süphan’ın karlı saçlarından süzüldü gün
tüm zehrini yüzüme vurdu
mavi; ne yumuşak, sıcak ne aydınlık
sesi dağıldı aynada, ayna kendini gördü

ey can;
içimde kıpırdayan bu kuyu
özünü akıttı geldi

dağılan ellerin saçlarımda
öyle gerçek
çivit mavi, ipek mavi, göğünü sırtında taşıdı geldi

tozunu döktüğü yerden kaldırdı zaman
ayak izini alnımızın bahçesine bıraktı
tanıdık çok sonra kendimizdi rast geldiğimiz
ney’ine dokundu üstat, bir nefeste geçti evreni

ey yar
yarım kalmış ne varsa ekle kendini
sevgili kalbini 
kar yeryüzü toprağına
sefası olsun ölümün
.

Dönüş yolu

 bir yorgun kuş çiz omzuma

uyusun
arada kanatlasın beni, kaldırsın
bazen ben ona gökyüzü
denizi buruşturup atalım kimi
çöl upuzun uzansın bazı
bir çiçeği ağlayayım uzun ve dağınık 
o an için bir tek çok yol geleyim

içimden kazınan o körpe karanlık
ve dili mahrem bir yalnızlık yeri
o kuşun sırtına yüklenip kendimi
geçivereyim şu kalabalık kafes üzerinden
dudağında gül kanayan kadınları görüp
sileyim bulut pamuklarıyla
seni hemencecik bileyim
mart buzundan yükselen uçurum
ve ağustos gölgelerini tırmanan güneş yakınımda
bu bir armağan

ağlamak gül bebeklere
ölü babalarının başında taşın ağırlığınca duran

bir yorgun kuş çiz omzuma
gözleri bir çiçek sessizliği
rüzgar yalayan atlar ve kımıldanan yeşil çimenlerin diyarından
alıp getirsin senden beni

Yarama iyi bak


ne tenha yer burası
kaya ile denizin birbirine yapışıp durmaktan sıkıldığı
sesi, etimizi kemiren
ardıç kokuları, bal ve akik
hala bilmediği şeyler var
upuzun yalnızlığında insanın
kar serçeleri de öldüler
soba üstü kestaneler, dantel örtüler
sokağın topaç sesi çoktan gittiler
ne yorgun yer burası

otların üstünde biriken billur damlalar
toplayıp durur her sabah sözü, sesi, ayazı
hepimizin sırtında karınca telaşı
turnalar bizi vurdu, masalar bizi kurdu
suların en berrağından bizden önce geçti zaman
aksöğütlerin hani yüzünü pür sulara koyduğu

bu sonsuz unutuş, bu kayıtsız ve derin uyku
varlığın ispatına uydurulmuş bi tantana ki
kendi kuyunu sevdiklerine kazdıran
ne zalim yer burası

yanmış kuru ot kokusu, göğün aralanan kapısı, begonviller
kendin dediğin bir başkasında açılan yara
yarama iyi bak, kabuğundan ayırma
bu yağmur sessiz,
benden akanları yıkamaya yetmiyor
bir başka yere taşıyor içimde nehirler
ne uğultulu yer burası

bir türkünün dizine çökmüş ağlama sesi
insan; kendini neyle değiştirebilir bundan sonra
nasıl temize çekebilir, göğün, yerin, toprağın
yüz çevirdiği suretini
ne fani yer burası

yokluk, bu korku ne
hiçten geldiğini unutup
sığındığın gökevi, ayağına değen örtü
üstünü örtecek gün gelip zaman
sayılı yer burası

Kaç gökyüzü kaldı ardımızda

 yakıyorum kelimeleri bir bir ormanlar ısınmıyor içimde nasıl bir şey senin yoksulluğun beklemelerin nasıl, ya gitmelerin kiraz  çiçek lerin...